Emel Sayın anlatıyor;
O zamanlar tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Oyuncu bir de, Mavi Boncuk filmini cekiyoruz. Bir gün setten çıktık eve gidiyoruz. Ben Laleli'de oturuyorum. Kemal, benden önce çıktı. Herkes yevmiyesini almış, taksiyle giden gitti, kendi arabasıyla giden gitti. Ben baktım ki Kemal yürüyerek gidiyor; üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor. Merak ettim, nereye gidiyor bu adam böyle diye.
Uzun süre yürüdü,sonra bir bankta bir adam yatıyordu. Kaldırdı adamı, bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım. Sonra biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm...
Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım: 'tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?' dedim.
'Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana..' dedi.
Teşekkür ettim.
Az ilerdeki lokantaya gittim: 'Az önce gelen beyin borcu mu var size?'dedim. tanımadılar beni: 'Kemal abi'nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz, o da sağolsun, onların yemek masrafını öder...'
dedi..
Ertesi gün Kemal'in yanına gittim.
'Sen ne güzel bir adamsın ya..'
dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım..
'Ölme sen benden önce..' dedim, ama dinletemedim...
HALKLA BÜTÜNLEŞMİŞ SANATÇIYDI KEMAL SUNAL. MEKANI CENNET OLSUN.
TİYATRO, DİZİ VE SİNEMA OYUNCUSU
YEŞİLKÖY'DE OSMANLI'DAN KALMA BİR KÖŞKTE DOĞDU. ÇOCUK YAŞTA TAKLİT YETENEĞİ İLE ERMENİ KOMŞULARININ TAKLİTLERİNİ YAPARKEN AİLESİ OYUNCU YAPMAK İSTEDİ. LİSEDE BABASI ÖLÜNCE GEÇİM SIKINTISINDAN OKULU BIRAKTI.
DAHA SONRA TEVFİK BİLGE TİYATROSU' NDA OYUNCULUĞA BAŞLADI VE 16 YIL OYUNDAN SONRA BİR TELEVİZYON PROGRAMINDA DOMATES GÜZELİ NAHİDE ŞERBET KARAKTERİNDEN DOLAYI DOMATES GÜZELİ DİYE ANILDI.
YAKIN DOSTU ADİLE NAŞİT'LE BİRLİKTE ERTEM EĞİLMEZ FİLMLERİNİN ÇEKİRDEK KADROSUNDA YER ALDI.
MUM SÖNDÜ, DEVE KUŞU KABARE, YEDİ KOCALI HÜRMÜZ, HABABAM SINIFI MÜZİKALİ GİBİ MÜZİKALLERDE YER ALDI.
TOSUN PAŞA, SÜT KARDEŞLER, ŞABAN OĞLU ŞABAN, HABABAM SINIFI, NEŞELİ GÜNLER GİBİ KLASİKLEŞMİŞ BİRÇOK FİLMDE ROL ALDI.
ŞENER ŞEN, KEMAL SUNAL VE İLYAS SALMAN GİBİ OYUNCULARLA BAŞROLDE YER ALDI.
ELLİNİN ÜZERİNDE FİLM, OTUZA YAKIN TV. DİZİSİ VE ON TİYATRO.
23 OCAK 2019 TARİHİNDE YAŞAMINI YİTİREN AYŞEN GRUDA'YA BİN SELAM.
DEVRİ DAİM, IŞIKLAR YOLDAŞI OLSUN.
Fatma Vedide Hanım eşi Kubilay’ın öldürüldüğünü Balıkesir’in Tuzaklı Köyü’nde öğretmenlik yaparken öğrenmişti...
Vedide hanım ilk kez 11 yıl önce sessizliğini bozmuş Cumhuriyet’ten Hikmet Çetinkaya’nın sorularını yanıtlamıştı, Fatma Vedide de bir öğretmendi ve eşini yitirdiği zaman Balıkesir Gönen’in Tuzaklı Köyü’nde görevliydi. Fatma Vedide, 1983 yılında 75 yaşındayken, Hikmet Çetinkaya’nın sorularını şöyle yanıtlıyordu:
– Biraz Kubilay’dan söz eder misiniz?
– Biz İzmir’deyken Millet Mektepleri öğretmen yetiştiriyordu. Bu okullarda yeni Türkçe okutuluyordu yetişkinlere… Hani şimdi Halk Eğitimi Merkezleri’nde okuma-yazma kursları var ya, onun gibi. Biz okulda eski harflerle öğrenim gördük. Yani eski yazı okuyarak mezun olduk. Ama öğretmenliği yeni harflerle yaptık. Biz yeni harflere yabancı değildik. Fransızcadan tanışırdık Latin harfleriyle. İzmir’de Kubilay, Millet Mektebi’ni bitirmiş. Aydın’da Millet Mektebi açıldığında öğretmen olarak onu atadılar. Biz Kubilay’la vatan meselelerini çok konuşurduk. Bilhassa ben ve Kubilay, ulusumuzu çok severdik. Koyu milliyetçiydik. Milli duygularımız vardı.
– Bu duygularınız nasıldı, anlatır mısınız?
– Büyük kurtarıcı Atatürk’ün yaptığı devrimleri benimsemiştik. Örneğin kadının çarşaftan kurtarılması, yeni harfler, medreselerin, tekkelerin kapatılması gibi… Üstelik biz birtakım gerçe kdışı şeylere karşıydık.
– Gerçek dışı dediniz, nedir bunlar?
– Efendim, hurafelere, cinlere, perilere, büyüye inanmazdık. Ne diyorlar… Ha, aklıma geldi. Bizim batıl inanışlarımız yoktu. O eskiden beri alışılagelmiş sözler. Yok evden çıkarken sağ ayağını değil, sol ayağını atacaksın, bilmem şu sayı uğursuzluk getirir, filanca gün çamaşır yıkanmaz gibi şeyler… Ben ve o, koyu bir dindar değildik. Yani tutucu değildik. Atatürk, şeriat düzenini kaldırmıştı. Medeni evlilik kabul edilmişti. Yani biz o yılların Atatürk devrimlerine bağlı öğretmenleriydik.
– Kubilay’ın kişiliği nasıldı?
– Kubilay çok sinirli, daha doğrusu atak bir kişiliğe sahipti.
– Size karşı davranışları?
– Bana karşı çok saygılıydı. Yani şehit edilişine kadar bir buçuk yılı aşkın süreli evliliğimizde bana karşı hiç kırıcı olmadı.
– Çevresine karşı nasıl davranırdı?
– Biz o yıllar iki genç öğretmendik. Yani Atatürk Cumhuriyeti’nin öğretmenleri… Biraz önce söylediğim gibi, ben ve Kubilay, gerçekçi kişilerdik. Akılcı yol neyse ona inanırdık. Din hususunda da öyle… Nitekim o, şeriat düzeni isteyenlerin kurbanı oldu. Çevresine karşı da gerçekçi bir tavır alırdı. Sürekli vatan meselelerinden konuşurdu, ülkesini seven öğrencilerini Atatürk devrimleri doğrultusunda yetiştiren bir öğretmendi. Ama dedim ya, ataktı. Hareketliydi. Birden bire kızar, sonra yumuşardı. Bu onun kendine özgü yapısıydı. Ama hiçbir zaman kırıcı olmamıştı. Sadece sinirliydi.
Öğrencilerine Atatürk devrimlerini öğretirdi
– Kubilay içki, sigara içer miydi?
– İçkisi, kumarı, sigarası yoktu. Kahveye gitmezdi. Sadece spor yapardı. Spor yapar ve öğrencilerine Atatürk devrimlerini öğretirdi.
– Kitap, gazete okur muydu?
– O zamanlar kitap yoktu sanırım… Ama gazete okurdu.
– Sizce inatçı bir kişiliği vardı Kubilay’ın…
– Evet, inatçı bir kişiliği vardı. Kendi düşüncelerini sonuna dek savunurdu. Ama kavgacı değildi. Kavgaya varan tartışmalara girerdi, ama kavga çıkarmazdı. Ben ona ‘Askerde böyle tartışmalara girersen başına türlü işler gelir’ derdim.
– Kubilay’ın ailesi Girit’ten gelmiş, değil mi?
– Evet, Girit’ten gelmişler. Önce Adana Kozan’a yerleşmişler. Sonra Antalya’ya, oradan da İzmir’e gelmişler.
– Çocukluğunu anlatır mıydı Kubilay size?
– Çocukluğundan hiç söz etmezdi. O yüzden çocukluğunu bilmiyorum. Yalnız babası, Girit’ten geldiklerinde evde Rumca konuşmayı yasaklamış. İzmir ve Bursa öğretmen okullarında çok başarılı bir öğrenci olduğunu kendisinden değil, arkadaşlarından duydum. Okulda voleybol takımında oynadığını öğrendim. Ama beraberliğimiz bir buçuk yıl sürdü. Pek az geçti ömrümüz onunla, doğru dürüst birbirimizi anlayamadık bile, ufak bir çocukla bir buçuk yaşında ortada kaldık. Öyle ayrıldık..
Fatma Vedide Hanım, Kubilay’ın şehit edilişini Gönen’in Tuzaklı Köyü’nde öğretmenlik yaparken öğrendi. Oğlu Vedat Kubilay on sekiz aylık bebekken. O acı haberi nasıl öğrendiğini şöyle anlattı Fatma Vedide Hanım:
-Gazeteden öğrendim. Gönen’deydim. Gazeteye meraklıyımdır. Ders sonu başöğretmen odasına gittim. Gazeteler masanın üzerindeydi. Bir gazetede Kubilay’ın resmini gördüm. Okudum. Hıçkırmaya başladım. İnanamıyordum. Vedat’ı öyle bıraktım. Bizi Balıkesir’e götürdüler. Balıkesir’de öğretmenler, Kubilay için bir toplantı düzenlemişlerdi. Hemen orada bir konuşma hazırladım, Şimdi ne yazdığımı, ne konuştuğumu pek anımsayamıyorum. O zamanki hislerimle ne yazmışsam, onları okudum.
Fatma Vedide Hanım’ın o gün Balıkesir’de neler söylediğini, Cumhuriyet’in sayfalarından öğreniyoruz:
“Kubilay gitti, bundan kalbim sızlıyor. Fakat icabında her muallim gibi bende yavrum da kutsi inkılap uğrunda ölmeye hazırız.”
ŞİMDİ, DUMANLI DAĞLARIN BAŞI BOŞ KALDI!
Yağmurlu bir Paris gününe uykulu ve yol yorgunu başlamıştık. Kentin merkezinde, üzerinde isminin bulunduğu zile basarken hem benim ve hem de yanımdaki genç arkadaşımın kalbinin atışlarını duymamak olanaksızdı. En üst kata ulaştığımızda, kapıda bizi karşılayan “o” idi. Uzattığı elini sıkarken ben, yıllardır beynimde taşığıdım bir efsane sanatçıyla tanışmış olmaktan, genç arkadaşım ise, sanat hayatında derin izler bırakacak büyük ustasına kavuşmuş olmaktan, deyim yerinde ise “mutluluktan uçuyorduk”. Dünyadan daha büyük hayallerin barınağı bu küçücük apartman dairesinde yaşayan, Türk Halk Müziği’nin büyük üstadı Talip Özkan, yanımdaki genç arkadaşım ise, Hasret Gültekin idi.
Hasret Gültekin daha sonra defalarca o küçük daireyi ziyaret etti. Her Paris ziyaretinin ardından Hasret’in bağlama çalışı, tezene tutuşu ve hatta türkü okuyuşu değişiyordu. Diyebilirim ki, Hasret Gültekin’in müzisyen olarak yeniden doğuşuna Talip Özkan tayin edici katkı koymuştur. Talip Özkan’la tanışması ve onun öğrencisi olmasıyla Hasret Gültekin, bağlamanın sonsuz melodik zenginliğini keşfetmiş ve kişisel üslubunu geleneğin yanına koymayı öğrenmiştir. Ölümünün üzerinden 17 sene geçtiği halde, bugün bağlama sevdalısı genç müzisyenler için Hasret Gültekin yaşayan, dinamik bir sanatsal anlam ifade ediyorsa, bunda Talip Özkan’dan öğrendiklerinin azımsanmayacak bir payı vardır.
Sadece Hasret Gültekin gibi yetenekli müzisyenleri değil, aynı zamanda yanyana geldiği hemen her insanı sanatı ve kişiliği ile etkileyen Talip Özkan kimdi?
TALİP ÖZKAN’IN ÖZGEÇMİŞİ
Talip Özkan 1939 yılında Yatağan’da doğdu. Acıpayam’da lise eğitimi gördüğü sırada, kente derleme amacıyla gelen üstad Muzaffer Sarısözen ile tanıştı. Sarısözen, saz çalışını beğendiği bu genç yeteneği Ankara’ya davet etti. Talip Özkan 1957 yılında, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde yüksek öğrenimine başlamak için Ankara’ya geldiğinde, soluğu ilk Ankara Radyosu’nda, Muzaffer Sarısözen’in yanında aldı. Sarısözen Talip Özkan’ı TRT Yurttan Sesler Korosu’na aldı. Talip Özkan daha sonra, TRT Ankara Radyosu’nun açtığı sınavları kazanarak kadrolu sanatçı oldu. 1960 yılından itibaren ise, İstanbul Radyosu’na geçti. İstanbul Radyosu’nda yaptığı programlarla halk müziği otoriteleri arasında dikkati çekti ve beğeni topladı.
Talip Özkan, Cumhuriyet’in “marabayı efendi yapan ideoloji”si ve 27 Mayıs’ın getirdiği özgürleşme ruhunun nimetleriyle kendi içinde büyük bir enerji ortaya çıkarmıştı. Hem bağlamacı ve hem de icracı olarak radyo programlarına katılıyor; bir yandan derleme çalışmaları yürütürken, diğer yandan da İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi’nin Tarih bölümünde yüksek öğrenimini sürdürmeye çabalıyordu.
İzmir Radyosu’na naklen atandığında, artık icracı, bağlamacı, korist, koro şefi, öğretmen ve derlemeci gibi özelliklerinin yanına müfettiş de eklenecekti. Talip Özkan İzmir Radyosu’nda, 1967 yılında düzenlenen 1. Folklor Derleme Gezisi’nin 3 üyesinden birisi olarak, artık halk bilimi araştırmacı kimliği de edinmişti. Bugün “etnomüzikoloji” olarak isim ve kimlik değiştiren bu disiplin, özünde yerel kültürlerin araştırılması ve disiplinlerarası ilişkilendirilmesi yöntemine getirilen bilimsel tanımdır. Talip Özkan’ın bu dönemde 100’ün üzerinde halk ezgileri yanında, masallar, maniler ve ninniler derlediğini biliyoruz.
Talip Özkan, 20 yıl TRT’de çalıştıktan sonra, gericilerin iftira ve ihbarlarından bıkarak, Fransa’ya yerleşti. TRT radyolarında ilk kez bir Alevi deyişi çalması nedeniyle “komünizm propagandası yaptığı” iddiasıyla ihbar edilmişti. Alevi kökenli olmadığı halde, halk kültürünü sahiplenme kaygılarından yola çıkması, yüzyıllardır Sünni halkı Alevilere karşı kışkırtarak iktidarlarını koruyan gericilerde “provokatif etki” yapmıştı! Alevi olmadığı halde, Alevi deyişleri çalan bir kişi olsa olsa “komünist” olabilirdi! Halk müziğini ve folklörü düşman belleyen gericiler, o yıllarda yönetimine hakim oldukları TRT üzerinden ilerici ve yurtsever müzisyenlere karşı her türlü yıldırma ve iftira ile sindirme yöntemine başvurmaktan çekinmiyorlardı. Bu koşullarda Talip Özkan, Fransa’da müzik yaşamını sürdürebileceği bir fırsat da oluşunca, TRT’den istifa ederek, Paris’e yerleşti.
Kişisel olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Talip Özkan ülkesini terk etmek zorunda kalmış olmaktan son derece rahatsızdı. 70’li yıllar söz konusu olduğunda, müziğin düşmanları olarak gördüğü, kimi sonradan olma “duayen”leri anmadan geçemiyordu. Talip Özkan halk müziğinin abidesidir. Ancak, onun sanatsal uzamda ifade ettiği anlamdan söz ederken, müzik yobazlarının hem fiziksel olarak sayısız sanatçıya ve hem de müsebbibi oldukları ve bugün bile içinden çıkılmaz hale getirdikleri kargaşa ile Türk Müziği’ne verdikleri zararlardan söz etmez isek, Talip Özkan’ı anlayamayız ve onun sanatsal yaratıcılığını tahlil edemeyiz.
Türk Halk Müziği araştırmalarının bilimsel sistematik kazanmasında tayin edici çalışmaları olan Muzaffer Sarısözen ile tanıştığı günden itibaren, sanatta bilimsel yöntemi öğrenen ve yaşamında da önemseyen Talip Özkan, Paris’te de kendisini bilimsel alanda yetiştirmeyi sürdürdü. Türkiye’de YÖK, halk müziği alanını işgallerinde tutan gericilere hala tartışmalı, sözde profesörlük payeleri dağıtmasına karşılık, Talip Özkan Paris Konservatuvarı’ndaki eğitmenliğinin yanı sıra, Université de Paris, VIII, Nanterre 19′da etnomüzikoloji alanında doktora çalışmasını tamamladı. Büyük Usta, Rotterdam Konservatuvarı’ndan emekliye ayrıldı.
TALİP ÖZKAN ALBÜMLERİ
Talip Özkan Türkiye dışında 4 albüm yayınladı. Bunların ilki 1986’da, Music Of The World tarafından yayınlanan “Mysteries of Turkey” (Türkiye Anıları) albümüdür. Bu albümde 7 eser yer alır. Bunlardan, aynı zamanda giriş eseri olan bir Eskişehir zeybeği “Çay Başına Bostan Ektim”, Talip Özkan yorumuyla tanınmış ve büyük beğeni toplamıştır. Aynı albümde yer alan “Çoban”, Talip Özkan’in kişisel üslubu hakkında önemli ipuçları veren ilk eserlerden birisidir, diyebiliriz.
1992’de, Axiom şirketi tarafından yayınlanan “The Dark Fire” (Kara Yangın), albümünde 10 eser yer alır. Talip Özkan bu albümde sanatsal yetkinliğini büyük ölçüde ifade etmiş, öte yandan kişisel üslubunu da olgunlaştırmıştır. Geniş bir “Türk müzik dünyası yelpazesi”nden oluşturduğu albüm repertuarında Talip Özkan’ın müzikal bir yoldaşı da vardır: Saz ve perküsyonlarda kendisine Mahmur Demir eşlik eder.
Talip Özkan bu albümde yer alan “Suda Balık Oynuyor” adlı eserin 1250’li yıllardan kalma bir ezgi olduğunu kayıtlara geçer. “Mysteries of Turkey” albümünde bağlama sazı üzerinde virtüöziteyi öne çıkaran Talip Özkan, “The Dark Fire” albümünde temel felsefesini kültürel oydaşlık üzerine kurar. İlk albümde de, her ezginin önünde, kişisel yaratıcılığını ve sanatsal yetkinliğini gösterme fırsatı bulduğu “açış”lar ve kayıtların tamamına hakim olan makamsal zenginlik bu albümde de sürmektedir.
Bu albümde, her ne kadar Azeri bir ezgi olan “Girdim Yarin Bahçesine” ve Türkmen ezgisi “Suda Balık Oynuyor” dinleyiciler arasında yaygınlaşmış olsa da, Kul Nesimi’den bir eser olan “Gah Çıkarım Gökyüzüne”, Talip Özkan’ın solist olarak en başarılı okumalarından birisidir. Gene bu albümde “Abdal Dance” başlığı ile yer alan eser, Talip Özkan’ın bağlama sazı üzerinde gelenekle kişisel üslubunu belki de, en mükemmel bir şekilde birleştirdiği eserlerden birisidir. Bu eserle, Avşar kültür coğrafyasında, deyim yerindeyse çalmadık kapı bırakmayan Talip Özkan, aynı eserin içerisinde, melodik bütünlüğü bozmadan defalarca makamdan makama geçerek, halk müziğinde “makam”ı konservatif kalıp gibi algılayan “müzikal gericiliğe” de başkaldırır.
Talip Özkan “The Dark Fire” albümünü yayınlamasının ardından, uluslar arası müzik otoritelerinin de dikkatini çeker. Radio France, Talip Özkan’la çeşitli kayıtlar yapar. Bunlardan “Turquie’, ‘L’art vivant de Talip Özkan” 1993’te, Radio France’ın yayınevi Ocora tarafından yayınlanır. Aynı yayınevi 1994’te de, “L’art du tanbur” albümünü yayınlar.
8 eserden oluşan “Turquie’, ‘L’art vivant de Talip Özkan”, kişisel üslubunun öne çıktığı bir albümdür. Bu albümün, Talip Özkan’ın en “kişisel” albümü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu albümde yer alan “Düz Horon” Talip Özkan’ın bağlama sazı üzerindeki en “usta işi” (masterpiece) icralarından birisidir.
Talip Özkan’ın genellikle es geçilen, çok da bilinmeyen, gizli bir mücevher kutusu niteliğindeki albümü ise, 1994’de, Radio France’ın yayınevi Ocora tarafından yayınlanan “L’art du tanbur” albümüdür. Talip Özkan bu albümde, tanbur sazında da usta bir yorumcu olduğunu göstermiştir. “L’art du tanbur” albümünde 14 eser yer alır. Albümde kullanılan sazın tanbur olması nedeniyle, sıradan dinleyicinin bekleyebileceği türden bir “Türk Sanat Müziği” albümü değildir, “L’art du tanbur”. Tersine, halk müziğinin neredeyse bütün riflerinin kullanıldığı, aralara zeybek okumalar serpiştirilmiş, geçmiş ile bir bağ veya bir köprü kurma çabası içerisinde olduğu çok açık, tınılarıyla sonsuzluğu arayan bir albümdür, “L’art du tanbur”.
Türk Halk Müziğine çok sayıda derleme kazandıran ve Hasret Gültekin gibi müzisyenler yetiştiren Talip Özkan, kendine özgü bağlama çalış tekniğiyle de birçok bağlamacıya örnek olmuştur. Türk dünyası müzik kültürüne vakıf müzisyenlerin başında gelen Talip Özkan, hem yorumcu olarak ve hem de bağlama virtüözü olarak Türk halk müziğinin zirvesi sayılmaktadır.
Talip Özkan’ın derlediği bir Acıpayam türküsü şöyledir:
Dumanlı dağların da başı boş değil of
Gülsem oynasam da gönlüm aman hoş değil of
Gahba da gurbet çekilecek iş değil of
Eğil de dağlar eğil ben sılama varayım of
Sılamda güller açmış
Buralarda nasıl durayım vay gelin of
Çıktım gurbet ellerine geri gelinmez of
Kimler öldü kimler de kaldı bilinmez of
Ölsem de şu gurbette gözlerim aman yumulmaz of
Eğil de dağlar eğil ben sılama varayım of
Sılamda güller açmış
Buralarda nasıl durayım vay gelin of
Talip Özkan 27 Mayıs 2010 tarihinde, uzun süredir mücadele ettiği hastalığına yenik düştü ve aramızdan ayrıldı. Şimdi dumanlı dağların başı boş kaldı. Mekânı cennet olsun.
( Ali Rıza Özkan )
İbo şov'u yaptığı dönem programa bir profesör konuk olmuş. tatlıses her zamanki boş konuşan tavrıyla:
"profesör bey, siz okumuş adamsınız, bilirsiniz. termosa soğuk su koyduğumuzda suyu soğuk tutuyor, sıcak su koyduğumuzda suyu sıcak tutuyor. termos suyun soğuk ya da sıcak olduğunu nasıl anlıyor?"
profesör cevap verir: "çok basit! siz elinizi suya soktuğunuzda onun sıcak veya soğuk olduğunu anlamaz mısınız?"
tatlıses: "anlarım ama benim aklım var?"
profesör cevap verir: "e o kadarcık akıl termosta da var."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder