" Yılmaz müthiş bir insandı. Bazen bana gelirdi, oturup içerdik. Anadolu geleneklerine göre saygı icabı kadehi alttan tokuşturmak gerekir. Kim daha alttan vurursa karşısındakine o kadar saygı duyuyor demektir. Sen daha alttan vuracaksın, ben daha alttan vuracağım derken bir gün baktım Yılmaz evin bodrumuna inmiş. Oradan aşağısı yok ya, gülüyor!..
Öylesine güzel dostluğumuz vardı ki!..12 Mart döneminde Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz’ın hak ettiği ödülü siyasi nedenlerle ona değil bana verdiler. Ben de reddettim tabii!.."
-Yılmaz Güney'in tavrı ne oldu ?
" Ağam helal olsun,içkiler benden"dedi!..
VATANSEVER DEDİĞİN
Türk Halk Müziği sanatçısı, Prof. Musa Eroğlu’nun memleketinde (Mersin’e bağlı Mut ilçesinde Sartavul köyünde) 1000 dönümlük bir alanda oluşturduğu, kendi adını taşıyan bir ormanı var. Bu orman toplam 100 bin ağaçtan oluşuyor. Orman, ağırlıklı olarak çam ve sedir, kızılçam, meşe ve kavak ağaçlarından oluşuyor. Güzel haber yılların emeğini işaret ediyor!
Eroğlu, oluşturduğu ormanlık alana ev yapmak yerine yakınında bulunan bir bağ evinde yaşayarak, ormanın içinde yaşayan canlıların ürkmemesi, doğaya herhangi bir biçimde müdahalede bulunulmaması, doğanın içindeki flora ve fauna ile (bitki ve hayvan varlığı ile) birlikte korunması gerektiğine inandığı için özenli davrandığını söylüyor. Sanatçı dediğin böyle olur. Aslan yattığı yerden belli olur demeye getiriyor.
Akademisyen-Sanatçı Musa Eroğlu, konuya yönelik olarak şunları dile getiriyor:
"Mersin'in Mut ilçesinde, kendi adımı taşıyan 100 bin ağaçlık bir ormanım var. 1960'larda buralar hep ormanlıktı, daha sonra orman ve ağaç türleri giderek yok oldu. Gelip geçerken hep bakardım. Bir gün kiralayıp ağaçlandırmaya karar verdim. 1999 yılında başvuruda bulundum, 2000 yılında 900 dönüm araziyi teslim ettiler. Ondan sonra da başladım çalışmaya. Bu orman için yıllardır çalışıyorum, bazı ağaçlar kocaman oldu, bir kısmı şimdiden boyumu bile geçti.”
Güzelliğe, duyarlılığa bakar mısınız? Sanatçı dediğin salt toplumun değerlerini gündeme getirerek onu bir biçimde sömüren, nabza göre şerbet veren, hep alan değil, ona katkıda bulunan, üreten, veren yapıda olmalıdır. Örnek mi arıyorsunuz. İşte Musa Eroğlu. Katıksız sanatçı.
Sevgili Eroğlu, doğduğu yeri, aslını inkar etmeden, konuya ilişkin sözlerine şöyle devam ediyor:
“Ben buralıyım. (Mersin’e bağlı Mut ilçesinde Sartavul köyünden) Ormana yakın yerde bir bağ evim var, orada oturuyorum. Bu bir yaşam biçimi benim için, burada yaşıyorum, bu ağaçlarla konuşuyorum, doğa benim öteki yarım. Çünkü müziğimde de söylediğim ve insanlara ulaştırmaya çalıştığım şey, doğa ve insan sevgisi. Sadece insanı sevmek yetmez, insanın yaşayacağı muhiti de seveceksin, bastığı toprağa da ilgi göstereceksin.”
Toprak, onun değerini bilirsen, vatan yaparsan, yurt yaparsan, korursan, kollarsan anlam taşır. Yoksa, taştır, kayadır, sudur, kildir, kumdur, çakıl ve kara topraktır. Uğrunda can verirsen vatandır, gerisi ayrıntıdır. sanatçıya esin kaynağıdır, görürsen, duyarsan, can kulağıyla dinlersen.
Sorumluluk sahibi bir sanatçı olarak Musa Eroğlu, sorgulayıcı aklıyla, sınırsız yurt sevgisi ile, kültür ve sanata yatkınlığı, yeteneği ve doğaya olan sevgisi ile durum değerlendirmesi yapmaya devam ediyor:
“Biz, çocukluk dönemimizde çok orman kestik. Çağırdılar, kesin dediler, kestik. O kestiğimiz her ağaca karşı, bugün yüzlercesini dikmek istiyorum. Kazandığım parayla buralara yatırım yapıyorum. Bugüne değin hiç kredi almadım, hep verdim. Ormana kira, işçilere bakım ücreti, hep verdim. Vermeye de devam edeceğim. Benim yatırımım geleceğe. Yoldan geçen insanlar daha iyi soluklansın bana yeter. Yaşanacak bir Toroslar'ı bırakmak; işte benim dünyam, işte benim düşlerim.."
Sevmek, sevdalı olmak başka şey. Doğa sevdalısı, türkü sevdalısı Musa Eroğlu, bu güzel davranışlarınla sana hayran olmamak, seni sevmemek ,takdir etmemek mümkün mü?
Sen düş kurmaya devam et. Daha çok ağaç dik, diktir, başkalarına da örnek ol ki, yurdum bütünüyle yeşillenip şenlensin, yurdum insanı, ormanlarında korularında soluklansın. Ormanı yakmamayı, yeşil dokuyu korumayı, çocuklarının geleceği için sahiplenmeyi öğrensin. İyi ki varsın. Seni, senin gibi katıksız yurtsever insanları klonlayıp çoğaltmak gerek. Her kente birkaç Musa Eroğlu gerek.
Yavuz Ali Sakarya
Hepimiz Seyit Onbaşı'yı ve 276 kiloluk top mermisinin hikayesini ve bu fotoğrafı biliyoruz. Bu fotoğrafta neden Seyit Onbaşı'nın arkasında başka bir asker daha vardır? Olayın asıl kahramanları Seyit Onbaşı ve mermi olmasına rağmen neden bu fotoğraf karesine bir başka asker girmiştir?
Fotoğraf karesine giren asker tesadüfen orada bulunan biri değildir. Kendisi namı diğer Niğdeli Ali yani Ali Çolak'tır.
Niğdeli Ali ilk savaş tecrübesini 1912 yılında katıldığı Balkan Harbi'nde edinir. Balkan Harbi'nin bitiminde evine Niğde'ye dönen Ali evlenir. Fakat bu kez de Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve Ali'yi Çanakkale cephesine çağırırlar.
Niğdeli Ali cepheye ulaşmak için trenle Balıkesir'e kadar gider. Fakat Balıkesir'den Çanakkale'ye herhangi bir vasıta bulamaz. Kutsal vatan toprağının düşman ayakları altında ezilmesini içine sindiremeyen Ali, cepheye varmak için Balıkesir'den Çanakkale'ye kadar yürür. Çanakkale'deki birliğine vardıktan sonra Mecidiye Bataryası'nda görevlendirilir.
Mecidiye Bataryası son derece önemlidir. Çünkü diğer birlikler yok olmuştur. Bunun farkında olan İngilizler bu bataryayı hedef alır ve savaş gemisinden atılan tahrip gücü yüksek bir mermi ile bataryayı vururlar.
Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey hemen bölgeye gelir. Yaralı ve sağ kalan askerleri arayan ararken de ağlayan yüzbaşı imdat feryatlarının geldiği yöne doğru giderek toprağın altındaki Niğdeli Ali'yi kurtarır.
Niğdeli Ali ayağa kalktıktan sonra yaralı arkadaşları var mı diye gezerken ayağına bir şey takılır. Bunun bir ayak olduğunu fark eden Ali patlamanın etkisiyle diklemesine yere saplanan bir arkadaşını yine Yüzbaşı Hilmi bey ile toprağın altından çıkarır. Toprağın altından çıkarılan ikinci kişi ise Seyit Onbaşı'dır.
Bu olayların yaşanmasından kısa bir süre sonra ellerinde kalan son top mermisini Seyit Onbaşı topun ağzına sürer. Niğdeli Ali'ye ise bataryanın üstüne çıkmasını ve atılan merminin isabet edip etmediği kontrol etmesini söyleyip topu ateşler.
Saniyeler sonra Niğdeli Ali bağırır: 'Seyit Onbaşım vurduk! Gemi isabet aldı'. Düşmana ait en büyük savaş gemisi olan İngilizler'in Ocean zırhlısı Ege'nin sularına gömülmeye başlamıştır.
Alıntı
TONGUÇ BABA
Yıl 1944 Ilgaz Dağlarının Eteklerinde Bir Köy İlkokulu...
Köy Enstitüleri İçin Güç Bela Aldırılmış Dört Jipten Biriyle
Çok Sayıda Köyü Bizzat Gezmesiyle Tanınan İlköğretim
Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç,Okulun Önünde
Araçtan İner.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında uzun süre kapıyı açtırmaya çalışır.
Sonunda okulun başöğretmeni gelir ve okulu gezdirmeye başlar.
Tonguç, daha yeni inşa edilmiş okulun sınıflarından birinde tavanda damlamakta olan suyu görünce başöğretmene nedenini sorar.
Başöğretmen umursamaz bir tavırla;
-Birkaç kez Çankırı İl Eğitim Müdürlüğü’ne yazdım ama kimse ilgilenmedi, der..
Tonguç;
-Peki,siz bir şeyler yapamaz mısınız? deyince
Başöğretmen Birdenbire Çıkışır:
-Ben baş öğretmenim, dam aktarıcı değil!
İlköğretim Genel Müdürü’nün bu sözleri duymasıyla bahçeye fırlaması bir olur. İnşaattan kalma bir merdiven bulur. Çatıya tırmanarak kırık kiremitlerin yerini tespit eder ve yenileriyle değiştirir. Bütün bunlar birkaç dakika içinde olup bitmiştir.
Tonguç, aşağıya inince başöğretmene dönerek ;
-Bir daha dam akarsa Çankırı’ya bildirme, hemen bana haber ver, Ben gelir hallederim, diyerek kartını uzatır.
Başöğretmen elindeki kartta yazan isme ağzı açık bakarken Tonguç çoktan başka bir köye gitmek üzere uzaklaşmıştır bile...
Köy Enstitüleri Kurucu İlköğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı TONGUÇ
Deniz Gezmiş’in kardeşi Hamdi Gezmiş, annesinin Deniz’in idamını öğrendiğinde duyduğu büyük acıyı şöyle anlatmıştı:
“5 Mayıs Cuma günü yine okula gitmişti annem… Sabahçıydı. Sıkıyönetim vardı. İzin almak kolay değildi. Okulda müdürü, "Siz gidin hocam” demiş; izin vermişler.
5'ini 6'sına bağlayan gece evde baş başaydık. Oturduk radyonun başına bekledik sabaha kadar…
Belki TRT vermez diye bir yandan Moskova Radyosu'nun Türkçe yayınını dinliyordum. Yok. Haber yok.
Uzanmıştık, arada dalıyorduk; sonradan söyledi annem, infazın yapıldığı saatlerde, gece 2 civarında sıçrayarak uyanmış. ‘Bir an içimden bir şeyler koptu’ diye anlattı.
Sabah oldu. 7 ajansında ilk haber olarak verdi:
'Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan bu sabaha karşı idam edildiler.’
Annem arka odadaydı.
'Anne bak, haberlerde bir şey diyor’ dedim. Duydu, feryadı kopardı. Yere attı kendini, bağırmaya başladı.
'Gitti oğlum, Deniz'im’ diye ağlıyordu.
Korkunç bir üzüntüydü. Teselli etmeye çalıştım, ama ben de ağlıyordum.
Ağlaştık ana oğul…
Sonra akrabalar yetişti. Acıyı paylaştı.
O zamanlar cumartesileri yarım gün olurdu. Annem o haldeyken Nural Yengemi okula yolladı; o gün gelemeyeceğini bildirdi.
Akşam babamla Bora abim otobüsle geldiler. Kalabalık dağılınca aile baş başa kaldık.
Bir müddet konuşmadık, sadece ağladık.
Sonra gece, sakinleşince anlattılar.
Annem, 'Gördün mü çocuğumu’ diye sordu.
Gördüm, sarıldım’ dedi babam…
Nasıldı?’
'Boynunda bir morarmışlık vardı. İp izi…’
Günlerce ağladı annem; günlerce ağladı.“
Kaynak: Can Dündar
BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ ???
Kıbrıs harekatında şehit olan Yzb. Cengiz Topel’in nasıl şehit olduğunu bileniniz var mı?
Uçağı arızalanınca paraşütle atlayan Topel Rumların kontrolündeki bölgeye iner. Rumlar barış gücü askerlerinin gözü önünde onu esir aldıktan sonra Lefkoşa’ya götürürler.
Türkiye Lefkoşa BE aracılığıyla Yüzbaşının serbest bırakılması istenir.
Rumlar Yüzbaşı Cengiz Topel’in hayatta olduğunu ve sorgulandığını bildirirler. Fakat beş gün sonra cesedini Birleşmiş Milletler barış gücü askerleri vasıtasıyla Türk yetkililere gönderirler.
Ceset üzerinde işkence gördüğü anlaşılır. Rumlar Cenevre Sözleşmesi’ni hiçe saymışlar, genç Yüzbaşıyı korkunç işkencelere tâbi tutarak öldürmüşlerdir.
Cesedi inceleyen Eşref Düşenkalkar’ın ifadesi gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Eşref Düşenkalkar derki Türk doktorların ve Birleşmiş Milletler askerlerinin huzurunda Topel’in cesedini dikkatle incelediğimde, sol gözünün Rumlar tarafından tahrip edilmiş ve her iki kolunun pazusunun matkapla delinmiş olduğunu gördüm. Edep yerleri ezilmiş, kafatasının sol tarafına bir beton çivisi çakılmıştı. Sol ayağı da kırılmıştı. Bunlar yetmezmiş gibi, boğazından göbeğine kadar göğsü yarılmış ve çuval diker gibi yeniden dikilmişti. İç organlarını çalmışlardı, akciğeri ve kalbi noksandı der...
Evet dostlar birçoğumuz Cengiz Topel ismini duymuşuzdur fakat nerede ne şekilde şehit edildiğini çoğumuz bilmiyoruz, yaşadığımız acıları seslendirmeyi yeni nesillere aktarmayı maalesef beceremiyoruz. Balkanlar’da Azerbaycan'da Girit'te bir çok yerde çektiğimiz acıları unuttuğumuz için bugün bir çok saldırılara karşı gerekli birlik ve beraberliği sağlayarak gerekli cevabı veremiyoruz. ...
Gaziantep’e bir Fransız gelir.
Tekstilcilere akıl verir:
“Makineleriniz yetersiz… Yenileyin, dünya pazarı sizin olsun”
En iyi makinelerin Fransa’da olduğunu söyler…
Kendi mallarını pazarlar.
***
Dinleyenler arasında bir usta vardır.
Kendine özgü lehçesiyle…
“Bu adam ne diy?” der.
Kafaya takar, makinenin resmine bakar.
Demiri eritir, çeliği büker, vidasını, motorunu koyar.
Fransızların 3 milyon Euro’ya satacağı makineyi…
50 bin liraya üretir.
***
Yerli piyasaya sunduğu yetmez.
Brezilya’ya kadar çeşitli ülkelere yaptığı makineleri gönderir.
Bu usta, Mennan Aksoy’dur.
Diplomasız dahi!
***
Yoksulluktan okuyamamıştır.
İlkokulu 9 yılda bitirmiş, bir daha eğitim görmemiştir.
Allah vergisi öyle bir akıl ve beceriye sahiptir ki…
Makineyi bir görsün, ertesi gün atölyesinde yapımı başlanmıştır.
***
Bu nedenle…
Uluslararası makine, teçhizat fuarlarına girişi yasaklanmıştır.
Mühendislerin, aylarca çalışarak tasarladığı makineleri, tek başına yapmaktadır.
El emeği ve tümü yerli malzemeyle.
İster ki…
Yerli sermaye gelişsin.
Boşa döviz ödeyerek, kazıklanmayalım.
***
Mennan Usta, “ Çeliğe hükmetmeyen, hiçbir şeye sahip çıkamaz” derdi.
Öyle bir teknoloji üretti ki…
Yoğunluğu düşük triko üretti.
Yazın serin, kışın sıcak tutan bir ürün.
Dünya peşinde koştu. Kapıştı.
***
TÜBİTAK ödüller verdi.
ODTÜ, İTÜ gibi üniversitelerde hocalığı düşünüldü.
Diploması yoktu!
Tasarımını cebinde taşıdığı tebeşirle, yere çizerek anlatırdı.
Aklına yetişmek mümkün değildi.
***
Gaziantep’te kanalizasyon atıkları büyük dertti.
Çamuru, kokusu şehri bezdirmişti.
Belediye yönetimi, dünyayı dolaşır, çareler arar.
Mennan Usta, “ Memleketteki ustalar öldü mü?” diye çıkışır.
Okumuş gençleri de alır, yanına…
“ Şöyle yapın, bu parçayı, şuraya takın” talimatıyla, kafasına göre sistemi kurar.
Kanalizasyon çamuru alınır…
Kurutulurken, enerji üretilir.
Çıkan küller de asfalta, çimentoya katkı maddesi konulur.
Bugün…
Antep’te her gün çıkan 160 ton çamurun bertaraf edilmesi Mennan Usta’nın eseridir.
***
Mennan Usta, geçen hafta toprağa verildi.
Vasiyeti;
Gençler bilim ışığında yetiştirilsin.
İmkânlar verilsin, önleri kesilmesin.
Alıntı
ANKARA TACETTİN DERGAHI'NDAKİ TARİHİ SIR NEDİR?
Ankara’da Tacettin Mahallesi’ndeki ev 30 Ekim 1949’da müzeye çevrildi.
Peki bu evi değerli kılan neydi?
Bu kiralık evde Eşref, Mehmet ve Hasan adında üç kişi yaşıyordu.
Üçünün ortak noktası milletvekili oluşlarıydı. 1921 senesinin Mayıs ayında bu eve bir mektup ulaştı.. Mustafa adında bir zata geliyordu.
Mustafa kim miydi?
Mustafa, bu evde yaşayan o üç milletvekiliyle yakınlık kurmuş bir Hintliydi. Mustafa’nın kesin bir adresi olmadığı için bu adresi “mektuplaşmak için” kullanıyordu. Kendisine gönderilen mektuplar bu eve ulaşıyor, Mustafa da mektuplarını buradan alıyordu. Ve yine bir gün bir mektup ulaştı.
Evdeki mebuslardan adı Mehmet olan, yarı açık vaziyetteki mektubu alıp içine baktı. Zarfın içinde boş sayfalar vardı. “İnsan neden birine boş sayfalar gönderir ki!” diye düşündü.. Şüphelendi. Mektup özel bir yöntemle yazılmış, gizli bilgiler içeriyordu. Hemen bir kimyager bulundu. Avni Refik (Bekman) özel bir solüsyonla ile mektupta yazılanları gün ışığına çıkardı! Mustafa gözaltına alındı.
Ve her şeyi itiraf etti.. Bu Hintli Mustafa bir İngiliz ajanıydı.
Şubat 1919’da Afgan Emiri Habibullah’ı öldürmüş, ardından Mustafa Kemal Paşa’ya suikast düzenlemek için Ankara’ya gitmişti. Ankara’da herkesle dost gibi görünüyor, casus olarak bilgi topluyor, Atatürk’ü öldürmek için fırsat kolluyor ve...mektuplarıyla İngilizlere gelişmeleri bildiriyordu. Evet, amacı İngilizlerin isteğiyle Atatürk’ü ortadan kaldırmaktı. İşte o görünmez mürekkeple yazılan mektupta da Atatürk’ü öldürmesi için başarılar dileniyordu.
Neticede suçunu itiraf etti ve 24 Mayıs 1921’de idam edildi.. bu fotoğraf Cemal Kutay’ın arşivindendir. Evin duvarları birçok hadiseye tanıklık etmiştir. Atatürk’e suikastı bu evde yaşayan Mehmet adındaki kişi ortaya çıkarmıştı.
O mektuptan şüphelenmese belki Mustafa Kemal Paşa, Hintli Mustafa haini tarafından öldürülecekti.. Bu evi değerli kılan başka bir özellik daha vardı, ne mi? İstiklal Marşı işte bu gecekondu evde yazılmıştı.
Mustafa Sagir’in yakalanmasını sağlayarak Atatürk’e suikastı önleyen kişi bu evde yaşamış olan
Burdur Mebusu Mehmet yani
Mehmet Akif Ersoy’dan başkası değildi.. Bilgisizlik ve cehalet karanlığının hüküm sürerek, her gün daha da arttığı günümüzde, aydınlık yarınlar için
bu bilgileri Türk gençlerimizden lütfen esirgemeyin..
Prof. Dr. Kenan Irfan Aydın
Senegal ' den Liverpool yıldızı (yılda yaklaşık 10.2 milyon dolar kazanan) Sadio Mane, bazı taraftarların onu çatlak bir iphone taşıdığını fark ettikten sonra dünyaya tevazu dersi verdi.
Cevabı efsanevi:
"Neden 10 Ferrari, 20 elmas saat ve iki jet uçağı isteyeyim? Bu dünya için ne işe yarar? Açlıktan öldüm, tarlalarda çalıştım, yalın ayak oynadım ve okula gitmedim. Artık insanlara yardım edebilirim. Okullar kurup fakirlere yiyecek veya giysi vermeyi tercih ederim. Okullar [ve] stadyum yaptım; aşırı yoksulluk içinde insanlara kıyafet, ayakkabı ve yiyecek sağlıyoruz. Ayrıca aile ekonomisine katkı sağlamak için çok fakir bir Senegal bölgesinden tüm insanlara aylık 70 avro veriyorum. Lüks arabalar, lüks evleri, geziler ve hatta uçakları sergilememe gerek yok. Halkımın hayatın bana verdiklerinden birazını almasını tercih ederim," dedi.
Hayrettin Dinsel, Köyüm Aydoğmuş'ta paylaşmış
30 Ağustos, 22:34 ·
1944 senesinde Çumra tren istasyonunda iki yoksul, üstü başı yırtık köy çocuğu beklemektedir. Yanlarına bir adam gelir ve çocuklara nereye gittiklerini sorar. On yaşındaki Kemal “Konya’ya! Valiyle görüşmeye!” der.
Adam alaycı bir şekilde güler “Sizi valiyle görüştürmezler be evladım, paranıza yazık, boşa gitmeyin!” diye karşılık verir.
Kemal adamı dinlemez. Altı yaşındaki kardeşi Mehmet’in elinden tutarak istasyona yanaşan trene biner. Bir süre sonra kuşetli vagonda tam karşılarına takım elbiseli bir adam oturur. Çocuklara gülümser ve nereye gittiklerini sorar. Kemal, bu adamın da kendileriyle gülüp dalga geçeceğini düşünür. Konuşmak istemez. Adam ısrarla “Anneniz babanız yok mu evladım, trene bir başınıza binmişsiniz” deyince Kemal kızgın bir ifadeyle; “Amca! Anamız babamız öldü. Biz köy çocuğuyuz ve eğitim alırsak o zaman ‘adam’ olabiliriz. Bu yüzden Konya valisine bizi okut diye yalvarmaya gidiyoruz!”
Takım elbiseli adam ‘anladım’ dercesine başını sallar ve cebinden bir kart çıkarır. Kemal’e uzatır. “Bunu valiye göster, selamımı söyle” Kemal kartı alır, okuma yazması olmadığı için kartta ne yazdığını anlamaz. Dalgacı(!) adam ise yaklaşan istasyonda iner.
Kemal ve Mehmet Konya’da vali binasına gider. Kemal, kapıdaki görevliye valiyle görüşmek istediğini söyler. Fakat görevli çocukları başından savar. Kemal, bu kez son şansını dener ve trende tanıştığı o takım elbiseli amcanın verdiği kartı uzatır. Görevli kartı görünce şaşırır ve hemen çocukları valinin makamına çıkarır. Vali karta bakar, ciddileşir, eli telefona gider. İki görevli gelir ve çocukları İvriz’e götürür. Kemal şaşkındır o takım elbiseli adam dalga geçmemiş, verdiği kart işe yaramıştır. Bu sefer "Kim bu adam?" diye düşünmeye başlar.
Kemal ve Mehmet İvriz’e gönderilmiştir ve bu okulda yatılı olarak okur. Ve seneler sonra… Kemal seneler sonra o takım elbiseli adamla görüşür. Adam yaşlanmış, emekli olmuştur. Kemal yanına gider kendini tanıtır, yaşlı adam anımsar Kemal’i “Demek okudunuz ha?” der, gözleri dolar. 1944’te o gün trenle vilayet vilayet gezip okulları denetleyen o takım elbiseli adam tesadüfen bu iki kardeşi görmüş ve kartını vererek yardımcı olmak istemiştir. Seneler sonra bu kez Kemal kartını uzatır; üzerinde “Gazeteci-Yazar Kemal Bayram Çukurkavaklı”. yazmaktadır.
Evet, Kemal öksüz ve yetim bir köylü çocuğudur, İvriz Köy Enstitüsü’nde okumuş, gazeteci olmuş, kitaplar yazmış, ödüller almış, kendi deyimiyle ‘adam’ olmuştur. İşte köy enstitüleri bu yüzden önemliydi ve köy çocuklarının çağdaş bir eğitimle topluma karışmasına vesile oluyordu. Mamafih zararlı görülerek kapatıldı. Ha Kemal'in kartını verdiği kişi kim miydi? Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi HASAN ALİ YÜCEL , yani trendeki o takım elbiseli adam...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder